Yükleniyor...
BIRAK BENİ AĞLAYAYIM SREBRENİTSA!
Blog Featured Image

BIRAK BENİ AĞLAYAYIM SREBRENİTSA!

BIRAK BENİ AĞLAYAYIM SREBRENİTSA!

Her yıl Srebrenitsa şehitleri adına düzenlenen Marş Mira yürüyüşünü bilir misiniz? Bu yılki düzenlenen yürüyüşte yerimi almak için büyük bir heyecanla yola çıkıyorum. Uçağımız Balkan semalarında iniş için alçalmaya başlarken yeşilin her tonu içime ayrı bir güzellikte işliyor. Pasaport işlemlerinden sonra otelime yerleşip kendimi Başçarşının Arnavut taşlarıyla bezenmiş sokaklarına bırakıyorum. İlk olarak bilge kral, merhum Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ziyaret ediyor ve orada dualar okuyorum. Sonrasında şehir merkezini, camileri, buram buram Osmanlı kokan sokakları gezmeye devam ediyorum. Rafa kaldırılmış, eskimeye yüz tutmuş tarihin tozlu sayfaları arasında kayboluyor gibiyim. Her bir köşesi, sokağı, taşı, toprağı beni asırlar öncesine, 1300’lü yıllara,  bu topraklarda ilmek ilmek dokunmuş Osmanlı’ya götürüyor. Ayvaz dedeler, Karagöz camiler, vezirler şehri Travnik, köprüler, tarihi mücevher değerindeki Mostar, Sarı Saltuklar ve daha niceleri. Yetmez miydi Osmanlı’yı hissetmeye?

Ve vakit geliyor…
Ertesi gün Marş Mira yürüyüşü için Türkiye’den gelenlerle at meydanında toplanıyor ve hareket etmek üzere bizler için ayarlanan otobüslere biniyoruz. Saatler süren yolculuğumuz barış yürüyüşümüzün başlangıç noktası olan Nezuk bölgesinde nihayete eriyor. Kocaman bahçesinde elma ve armut ağaçlarının olduğu ev sahipleri bizleri güler yüzlü misafirperverliğiyle karşılıyor. Geceyi bu güzel bahçede geçirmek için bagajlarımızı ve kamp malzemelerimizi sırtlanıyoruz. Herkes birbirine yabancı ancak bir o kadar da yakın. Sanki kalu belada tanışmış gibiyiz. Her birimiz aynı heyecanı yaşıyor ve yine aynı hüznü yüreklerimizde hissediyoruz. Bir kısmımız çadır kurma görevini üstlenirken diğer bir kısmımız ise çocuklar ve kadınlar için alınan hediyelik eşyaları paketlemeye koyuluyor.
Ve gün ağarıyor…
Sabahın ilk ışıklarıyla yeni bir dirilişe uyanır gibi uyanıyoruz. Toparlanıyor ve kahvaltımızı ettikten sonra yürüyüşün başlanacağı toplanma alanına doğru yol alıyoruz. Marşlar ve ilahiler eşliğinde üç gün sürecek olan yürüyüşümüz başlıyor. Ormanlık alanlardan, dağların tepelerinden, patika yollardan ve daha bir sürü alışık olmadığımız zorlu yerlerden geçiyoruz. Zaman zaman bir yol kenarında, bir cami avlusunda, akan bir suyun serinliğinde dinleniyor ve hüzünleniyoruz. Yol boyunca anlatılan kan dondurucu hikayelere tanık oluyoruz. Mesela bir kadının veya bir kız çocuğunun hikayesine… Genç kızların nasıl tecavüze maruz kaldıklarına… Buraya güzel sonla biten hikayeler yazmak isterdim, ancak bu hikayelerin başı da sonu da içinde vicdanı ve merhameti barındırmayacak türden. Akılları dumura uğratacak kadar vahşice işlenen bu soykırım asırlar öncesi bir tarihten değil, bundan 26 yıl öncesinden. Öyle ki tüm bu yaşananlar Batının, Avrupa’nın, tüm Dünyanın gözleri önünde gerçekleşen etnik bir soykırımın utanç tablosudur.
Zaman zaman köylerin içinden geçiyoruz. Yol kenarında bizlere bir bardak su vermek için bile olsa kapılarını sonuna kadar açan güzel yürekli insanlarla, güneşten daha parlak ve daha sarı saçları olan melek yüzlü çocuklarla karşılaşıyoruz. Birbirimize sarılıyor, kimi zamansa ağlaşıyoruz. Hala bir şeyleri hissedebiliyor olmanın huzuru sarıyor benliğimi.
Minarelerden salalar ve ilahiler yükseliyor. Ne için yürüdüğümü aklımda mıh gibi tutayım diye cebimden küçük not defterimi çıkarıp şehitlerin isimlerini mırıldanıyorum ilahilerin eşliğinde. Gökyüzü de ağlıyor bizler gibi. Onun da yüreğine ağır gelmiş olacak ki gözyaşlarını sel gibi akıtıyor üzerimize. Ağla gökyüzü ağla diyorum. Her şeyin üzerinde yaratılan insanoğlunun yaptığı bu zulme ne dağ taş, ne de sen dayanabilirsin zaten.
Ve yürüyüşümüzün üçüncü gününde ne için, kim için yürüdüğümü tüm benliğimle titreyerek hissettiğim yerde, Potoçari mezarlığındayım. Tüm yerli halk, acılı aileler herkes burada. Kalplerimiz o kadar yorgun ki hiç birimizin ağzını bıçak açmıyor. Ölüm sessizliğinde, bir suçlu gibi başım öne eğik bir şekilde yürümeye devam ediyorum. Biliyorum ki gözleriniz gözlerime değdiği an yığılıp kalacağım oracıkta. Öyle hasret, öyle özlem dolu bakıyorsunuz ki ne buna dayanabilecek gücüm, ne de cesaretim var. Üç günün sonunda ruhlarımız da en az bedenlerimiz kadar yorgun.

Ve yerin göğün şahit olduğu gün…

Her yıl 11 Temmuz günü Potoçari mezarlığı şehitlerine ağıtlar yakar. Kuşlar o sabah cıvıltılarıyla eşlik eder gözü yaşlı anaların feryadına. Toprak o sabah ayrı bir güzellikte kokar. Gökyüzü tüm maviliğiyle kucaklar şehitlerini. Güneş sıcaklığıyla yumuşatır katılaşmış kalpleri. Arafta kalmış ruhlar özgürlüğüne kavuşmak için hazır bekler kefenleri içinde. Şehitler büyük bir sabırsızlıkla kardeşlerini ister yanlarına.

Bu yıl kimliği tespit edilebilenlerin sayısı yalnızca on dokuz. Her yıl bu rakam giderek azalmakta. Ve üzerinden yirmi altı yıl geçmiş olmasına rağmen hala üç binin üzerinde kimliği tespit edilemeyen şehit var. Parçalanıp toplu ve karma bir şekilde gömülerek katledilmeleri vahşeti açıklar nitelikte. Tabutları içinde inci tanesi gibi yan yana dizilmiş yiğitlerin en küçüğü on altısında, ismi ise Azmir. Toprağın merhamet ettiğine insan neden merhamet etmez ki?
  
Adeta mahşer yeri gibi burası. Dünyanın birçok yerinden gelen insan topluğu, basın, kameramanlar vs. herkes burada. Bırakıyorum kendimi kalabalığın arasına. Elimde fotoğraf makinamla giriyorum tören alanına. Ucu bucağı görünmeyen mezar taşlarının arasında bir bir dolanıyorum. Mezarı başında ağlayan bir kadını görüyorum. Hemen elime fotoğraf makinamı alıp bir iki kare çekmeye çalışıyorum. Sonra biran düşünüyorum. Orada oturup ağlarken, acısını yaşarken o ana kayıtsız kalıp fotoğraf mı çekmeliydim, yoksa acısını paylaşmak için gidip elini mi tutmalıydım? Kendimden utanıyor ve kameramı çantama koyuyorum. Yanına gidip selam verip oturuyorum. Dilini bilmiyorum belki ama tüm insanlığın anlaşabildiği, evrensel gönül dilini biliyorum. Sarılıyorum! Sarıldıkça anlıyorum ki kardeş gibiyiz. Bizi birbirimizden ayıran hiçbir farklılık yokmuş. O ağladıkça ben de ağlıyorum. Hüngür hüngür ağlıyorum. Başka bir mezar taşının başında oturan acılı bir annenin yanına gidiyorum. Ellerinden tutup öpüyorum öpüyorum ve kokluyorum. Sonra yanağıma sürüyorum o mübarek ellerini. Yüzünü avuçlarımın arasına alıyorum ve bakıyorum. Yüzündeki çizgiler yüreğindeki acının büyüklüğünü ortaya koyar derinlikteler. Bir süre sessizce oturuyoruz. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Her ne kadar anlamasam da gözlerinin içine bakıp ona, acısına ortak olmak için geldiğimi anlatmaya çalışıyorum. Başka bir mezar taşının başında dizleri üzerine çökmüş, yığılıp düşmemek için elleriyle taşa sımsıkı tutunan acılı bir baba görüyorum. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş. Beni görünce başını kaldırıyor. Ver babam o mübarek ellerinden öpeyim diye kavrıyorum ellerini. Evladına sarılır gibi sarılıyor bana. Ağlıyoruz bir süre. Mezar taşına yazılı olan evladının adını gösteriyor. 15 ’inde bir yiğit yatıyor burada. Hangi mezar taşına dokunsam, hangi mezar taşını okusam Ahmetler, Mehmetler, Yusuflar yatıyor. Gencecik fidanlar yatıyor burada. Şahit olduklarım karşısında kelimeler anlamını yitiriyor, kifayetsiz kalıyor sözcükler dilimde.
Kimi mezarın başında bir anne olurda evladının başına yanlışlıkla basarlar diye eliyle kalkan oluyor. Kimi mezarın başında eş dost dualar okuyor, kimi mezarın başında ise kimsecikler yok. Yapılan vahşetin izlerine tanık olmanın vermiş olduğu acıyla bir bilinmezliğe doğru yürümeye devam ederken bir yandan üstat Necip Fazıl’ın şu dizelerini mırıldanıyorum; ‘Ağladıkça anlıyorum… Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. Ben ne yaptım? Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim? Hangi mukaddesi kirlettim ki kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum? Dışımda ne arıyorlar? İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar bütün ülkeyi sarar diye; tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum!’,  derken bir mezar taşının dibinde duruyorum. Eğilip mezar taşının üzerini okumaya çalışırken ismine ve doğum tarihine göz atıyorum. Aman Allah’ım! daha 7 yaşında ve adı Nihada olan bir kız çocuğuydu bu. Mezarı başında kimsesi yok Nihada’nın. Belli ki ailesindeki herkes katledilmiş. Nihada daha gelin olacaktı. Nihada’nın çocukları torunları olacaktı..! Kim bilir daha kaç yaşına kadar yaşayacaktı Nihada.. Nihada, seni katleden canilerden korkmadın mı yavrum? Senin o dünya tatlısı gözlerin acaba ne tür bir kötülüğe, zalimliğe, pisliğe şahit oldu. Senin o minicik yüreğin korkmadı mı ah be yavrum? Canın acımadı mı? Senin o minik bedenine, o öpülesi ellerine nasıl kıydı caniler? Yığıldım kaldım mezar taşının başına. Sarıldım Nihada’nın mezarına. Öptüm toprağını, akıttım göz yaşlarımı, belki Nihada’ya ulaşır diye. Bak Nihada ben geldim diyorum. Nihat Genç’in de dediği gibi ömrüm oldukça o güzel saçlarını ben çözüp ben bağlayacağım ve ömrüm oldukça seni her yıl ziyarete geleceğim Nihada.

***

Cenaze namazının ardından inci tanesi gibi dizilen tabutlar defnedilmek üzere bir bir omuzlanıyor. Tabutların ağırlığı yok, tabutların içinde boylu boyunca yatan biri yok. Tabutlar, kuş tüyü kadar hafif. İçerisinde sadece bir veya iki küçük kemik parçası var, o kadar.
Törenden sonra alandan ayrılıyorum. Mezarlığa biraz yakın bir yerde Srebrenitsa annelerinin kurmuş olduğu vakfı ziyarete gidiyorum. Türkiye’den geldiğimi söylediğimde beni bağrına basan Srebrenitsa anneleriyle karşılaşıyorum. Hemen kahve, çay, yiyecek içecek ne varsa ikram ediyorlar. Gözlerim Srebrenitsa annelerinden Majka Münira anneyi ararken Münira anne kapıdan içeriye giriyor. Sadece adını duymuş ve izlediğim birkaç programda denk gelmiştim kendisine. Doğrusunu söylemek gerekirse oldukça etkilenmiştim ondan. Ayağa kalkıp eline sarılıyor ve öpüyorum. Srebrenitsa anneleri yüreklerinde hep aynı acıyı taşır. Srebrenitsa’nın ve Bosna’nın yeniden ayağı kalkışı bu anneler sayesindedir. Bin bir zorlukla ayakta kalmaya çalışan ‘Srebrenitsa Anneleri Vakfı’na’ ne uluslararası düzeyde ne de herhangi bir kurum tarafından yardım sağlanıyor. Savaş sonrasında hayatta kalmayı başarabilen, tarihin canlı tanıkları olan gazilere ise çok az bir maaş bağlanmış durumda. Ayrıca katliamdan sonra yokluk ve sefalet içinde yeniden ayağa kalkmaya çalışan Srebrenitsa ciddi bir işsizlik sorunuyla da karşı karşıya. Fabrikalar Sırp liderlerinin elinde ve Müslümanlara iş verilmiyor. Çoğunluğu Sırpların oluşturduğu bu bölgede Müslümanlar azınlık durumunda. Kimisi işsizlikten dolayı göç etmek durumunda kalmış, kimileri de zar zor geçinmeye çalışıyor. Demem o ki bölgede şuan fiili işgal yok gibi görünse de zulüm ve baskı hala devam etmekte. Müslümanlar katilleriyle yan yana yaşamak zorunda bırakılmış. Sırp çocuklar Müslüman çocuklara karşı kışkırtılıyor. Yetişkinler her yıl düzenlenen törende yollara çıkıp domuz keserek adeta gövde gösterisi yapıyorlar. Sizce de zulüm bu coğrafyada bitmiş gibi mi görünüyor? Her şeye rağmen Münira anne şu açıklamayı yapıyor; ‘biz çocuklarımızı nefret üzerine değil sevgi üzerine yetiştirmeye çalışıyoruz’. Yanı başındaki katillerine rağmen bir gün dünyayı sevginin kurtaracağına inanan koca yürekli Münira Annem.
Görüyorum ki zulüm ve kıyım dünyanın her yerinde. Dünya; içinde yaşadığımız, nefes aldığımız, çalıştığımız, yediğimiz içtiğimiz, gezip tozduğumuz yerden ibaret değil. Dünya; insan olabilmenin gerektirdiği erdemlere sahip olmanın ve bu erdemlerin yaşatılabildiği yerdir ayrıca. Dili, dini, ırkı, etnik kültürü her ne olursa olsun dünyanın bir yerlerinde, her an merhamete, duaya ihtiyaç duyan ve bizleri bekleyen kardeşlerimiz var. Belki her an kardeşlerimizin yanında olamayız ancak farkındalığımız ve duyarlılığımızla bir şeyleri değiştirebilmenin kıvılcımını oluşturabiliriz. Bir lider değil ama iz bırakan iyi bir önder olabiliriz. Seçim bize bırakıldı!
Ve yeryüzü yangın yeri. Bu yangını ise ancak ve ancak merhamet söndürebilir!
Selam ve dua ile...
 
Ebrar İlknur ARVAS

 

İlişkili Gönderiler

0 Yorum

Bir Cevap Yazın
E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir.